Bu Blogda Ara

21 Aralık 2011 Çarşamba

Rika'nın Beyninde


Levent Mete
Can Yayınları, 2005

Özgür ruhlar için yazılmış bir Roman. Bilinçaltının derinliklerinde, tehlikeli yolculuklara çıkan özgür ruhlar. Normal insanlar dünyayı bir başkasının gözünden bakarak algılamak ne kadar zorsa, özgür ruhlar için bu bir zorunluluk. Bunlar bir beynin içerisine sıkışıp kalmaktan kurtulabilen, yaşayan beyinlere zıplayabilen gezgin ruhlar.

Kendi bedenlerine sahip olmayan bu insanlar sonsuz yaşam ile ölüm arasında bir seçim yapmışlar veya sonsuz yaşam ile cezalandırılmışlar. Sanılanın aksine kolay bir durum değil bu; kendin olamamak,  bir başkasının algılarına, hislerine ve görüşüne bağlı olmak veya en kötüsü tüm dünyadan uzak bir beynin içerisine hapsolmak.

Yine de Rika’nın beyninde geçen olaylar oldukça etkileyici ve beklide korkutucu ama yine de sürükleyici. 

Hep böyle düşle gerçek arası hikayeleri sevmişimdir, ben bir çırpıda okudum. 

6 Ekim 2011 Perşembe

Galápagos


Kurt Vonnegut
Paladin Graftan Books
1990

Evrim teorisiyle ilgilenenler Charles Darwin’i ve onun evrim üzerine düşüncelerinin ilk belirmeye başladığı yer olan Galapagos Adalarını bilirler. Kitabın başlığındaki ilk izlenimim bir roman olmasından çok galapagos adalarını anlatan bir araştırma veya gezi yazı olduğu türündeydi ama kitabı okumaya başladığımda tam anlamıyla yanıldığımı anladım. Bu bir romandı ve daha önce hiç okumadığım türde bir romandı. Olay dünyanın ekonomik krizle birlikte zor zamanlar geçirdiği bir dönemde gerçekleşiyor, üçüncü dünya savaşı çıkmak üzereyken geçiyor. Yine de farklı sebeplerle de olsa Darwin ile birlikte ünlü olan Galapagos adalarında turizm devam etmekte. Adaya giden tek geminin çok az sayıda yolcusu var ve tabii hepsinin farklı bir öyküsü. Yolculuğa hamile olarak katılan Japon bir kadın her tarafı tüylerle kaplı bir bebek dünyaya getirir. Yolcuların başına bir seri olay gelir, III. Dünya savaşının başlamasıyla birlikte bir salgın hastalık tüm dünyayı sarar ve insan soyunun devam etmesi sadece gemideki dillerini kimsenin anlamadığı kızlara ve kaptana düşecektir ve tabii her tarafı tüylerle kaplı çocuğa. Birde kızların konuştuğu dil dışında tüm dilleri bilen ve çeviri yapabilen Mandarax’ın alıntılarıyla romanımız daha da renkli hale geliyor. Benim bir Türk atasözüne bensettiğim ise;
“ A little neglect may breed great mischief… for want of a nail the shoe was lost; for want of a shoe the horse was lost; for want of a horse the rider was lost.” 
Benjamin Franklin (1706 - 1790)
Ne dersiniz bizim atasözümüz daha olumlu galiba. 
Kurt Vonnegut, evrimi, evrimin önemini çarpıcı bir şekilde anlatan oldukça etkileyici bir roman yazmış. Tabiki her tarafı tüylerle kaplı olmak, solungaçımsı yapılara sahip olmak, daha kolay yüzmeye yarayan araçlarımızın olması ve hatta daha küçük beyinlere sahip olmak biraz tuhaf olsa da ve hayalet yazarımız bu süreci izleyebilecek kadar uzun gözlemlemiş gözüküyor.
Ayrıca kitap hakkında biraz daha bilgi için burayı kontrol edebilirsiniz.
Mayday, mayday, mayday !!!

22 Eylül 2011 Perşembe

PİEDRA IRMAĞININ KIYISINDA Oturdum, Ağladım


Paulo Coelho
Can Yayınları

Bizim kültürümüzde de derdini suya anlatmak iyidir. Gece görülen kötü rüyalar sabah kalkılınca suya anlatılır, muskalar suya atılır, büyüler bozulunca suya atılır, böylece suyun bütün kötülükleri sıkıntıları uzaklara taşıyacağına, bizi onlardan kurtaracağına inanılır. Temizleyici gücü vardır suyun.
Coelho’nun romanında da suyun kutsallığı vurgulanmış, Tanrının kadın yüzünün suyla temsil edildiği, onun özelliklerinin suyla açığa çıktığı anlatılmış. Kitabın benim için en çarpıcı yanı, her insan için Tanrı anlayışının farklı olacağı ve bunu herkes kendine en yakın olan şekliyle bulabileceğini vurgulaması ve inanç duygusunun gerekliliğine büyük bir saygı ile değinmesi oldu.
“ Budistler haklıydı, Hindular haklıydı, Amerika yerlileri haklıydı, Müslümanlar haklıydı, Yahudiler haklıydı. İnsan, ne zaman – temiz yürekle – inanç yolunu izleyecek olsa, Tanrıyla birleşecek, mucizeler yaratacaktı.”
Bir kadın ve bir erkek arasındaki aşk hikayesini konu alan romanda insanın üst mertebeden duyguları, kutsallıkları, gidiş gelişleri, kararsızlıkları ve kararlılıkları çok iyi aktarılmış. Paulo Coelho’nun son dönemde okuduğum, yine bir arayış romanı olmasına rağmen konusunu ilginç bulduğum en akıcı kitaplarından biri diyebilirim.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Özgeçmiş

Işık Bahçeleri


Işık Bahçeleri
Amin Maalouf
Yapı Kredi Yayınları

“ Sonra mı? İçimdeki Karanlık karanlığa karışacak, Işık, Işık olarak kalacak.”
Işık Bahçeleri, küçük bir çocuk için her şeyden kaçıp saklanabileceği bir sığınak, bir oyun bahçesiydi. Daha sonra ise içinde bulunduğu öğreti ortamından uzaklaşabileceği düşünce tapınağı haline geldi. Babilli Mani’nin “İkizi” ile karşılaştığı, iç dünyası ile yüzleştiği, kutsal sayılabilecek din öğreti ortamına karşı isyan duygusunu ilk ışık bahçelerinde hissetti. Bu isyanına karşı koyamayarak oradan uzaklaştı ve “Babil ülkesinden, çığlığım bütün dünyada duyulsun diye geldim diyerek” kendi öğretilerini yaymaya başladı. Her gittiği yerde uzun sohbetlere dalıyor, halk tarafından hoş karşılanıyor, müritler kazanıyordu. Kralların kralları ile tanıştı, onlara danışmanlık, hekimlik ve ressamlık yaptı. Manini öğretisi oldukça basitti, etrafındaki insanlara saygı, hoşgörü ve içindekini dinlemeye dayanıyordu. Saygı bütün canlılara olmalıydı, bütün bitkiler, hayvanlara ve insanlar. 
Günümüzde mani dini, manicilik olarak bilinen dinin kurucusu Babilli Mani’nin hayatını anlatan kitap, Amin Maalouf’un etkileyici doğu kültürünü yansıtan eserlerinden bir tanesi. Asya, Afrika ve Avrupa’da etkilerini gösteren bu inancın temelinin de, aslında bütün dinlerle ortak olduğunu görmek hiç şaşırtıcı değil. Bunun nedeninin, Hoşgörü, saygı ve özellikle öz-saygı tüm insanlığın en önemli ihtiyaçlarından biri olduğunu düşünüyorum.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Serenad


Zülfü Livaneli
Doğan Kitap

Maya, Ayşe, Mari ve Nadia!

Dört farklı kadın ve dört farklı hayat…
Zülfü Livaneli kitabını Maya Duran’ın ağzından yazmış. İstanbul Üniversitesinde çalışan Edebiyat mezunu Maya Duran, üniversitede yapacağı bir konuşma için İstanbul’a gelen Maximillian Wagner’i karşılamak ve ağırlamakla görevlendirilir. İkinci dünya savaşında Türkiye’ye gelen Yahudi profesörlerle birlikte ülkemize gelen saf alman ırkından olan Max Waber’in ve Yahudi eşi Nadia’nın hikayesiyle birlikte Maya’nın hayatı değişecektir. Ermeni asıllı babaannesi Mari ve Kırım Türklerinden olan ananesi Ayşe (Maya)’nın yıllarca gizli kalmış acı öykülerini de öğrenen Maya, tüm bu kadınları kendinde özümsemeye çalışıyor.
Şile açıklarında tüm Yahudi yolcularıyla birlikte batan (Ruslar tarafından batırılan) gemi Struma’yı, Ruslara teslim edilmek üzere yola çıkan Mavi Alay’ın yolcularını; Drau nehrine atlayarak intihar eden veya Ruslara tarafından kurşuna dizilen Kırım Türklerinin hikayesine değinen roman da bu topraklarda yaşanan acıları, kültürleri ve dünyanın sessizliğini okuyoruz.
Biz bilsekte bilmesekte hayat devam ediyor, ama bilince…

4 Ağustos 2011 Perşembe

Elif



Paulo Coelho
Can Sanat Yayınları

Bir yazarın kendini buluş hikayesi, hatta bir yazarın kendini buluş hikayelerinden biri. Kitabın başları bana o kadar tanıdık gelmişti ki, hangi kitaba benzettiğimi çıkaramadım bir an, evet yaklaşık bir ay önce okuduğum Zahir’e benziyordu. Coelho burada da bir yazarı anlatıyor, hala kendini arıyordu.
Kitabın kahramanlarından biri de yirmi bir yaşındaki keman virtüözü Türk kızı, Hilal. Yazar ile ayrı bir ilişkisi olduğuna inanan Hilal, peşinden koşuyor Paulo’nun ve Elif’te fark ediyorlar geçmişteki münasebetlerini, çözülecek meselelerini ve geçmişin bugün olduğunu.
Akıcı diliyle, mistik ve büyülü öyküleriyle bir çırpıda bitiyor kitap, başucu kitabı olmasa da arıyorsanız eğer buluyorsunuz bir şeyler.
Okuyan arıyordur zaten.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Küçük bir insan...

     Küçücük bir dereyim ben. Kaynağımdan çıktığımda önce bir çağıldayıp, gökyüzüne fırlattım ilk sularımı. İşte o zaman gördüm yemyeşil ormanlarla kaplı bir dağdan yeryüzüne ulaştığımı. İki sarp kayanın arasındaydı kaynağım. Kayaların hemen altında aşağıya doğru geniş bir çam ormanı uzanıyordu. Aşağıya doğru ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla indim. Kolay bir yoldu, küçük engellerin üzerinden eğim sayesinde kolayca geçebiliyor, büyük engellerin etrafından dolaşıyordum. Yol boyunca orman belirledi yolumu, ağaçların gölgeleri sayesinde dağın eteklerine ulaştığımda bile buz gibiydi suyum. Tertemiz ve serin.
     Alt kısımlarda gölgeleri büyük olan dev ağaçlar yerlerini daha kısa olanlara bırakıyorlardı. Dağın eğimi de azalmıştı, bu geniş bir ovaya vardığımın ilk belirtileriydi. Daha düz olan bu arazide yol olmak oldukça eğlenceliydi. Yüzlerce hektarlık bir sahada uçurtma uçuran çocuklar gibi, istediğim yere kıvrılıp, istediğim yöne gidebiliyordum. Çok sevmiştim burayı.
     Sonra daha az kuşun uğradığı, gökyüzünün daha gri olduğu bir yere vardım. Burası geçtiğim diğer yerlerden farklıydı, oralarda sularımın sesi tavşanlar, tilkiler, kurtlar, ayılar, sincaplar tarafından duyulurdu. Bana eşlik ederdi tüm bu hayvanlar, yanıma gelirler, serinlerler benimle sohbet ederlerdi. Ama burada, sesimi duymuyorlardı. Bir gürültüdür gidiyordu ortalıkta, insanlar ve çok hızlı hareket eden irili ufaklı, dört tane siyah ayağı olan garip yaratıklar vardı. Onlar hiç konuşmayıp, garip sesler ve arkalarından duman çıkarıyorlardı. Anladım, burada her şey çok karışıktı. Geri dönmek ne de güzel olurdu şimdi. Ama ne mümkün, geri dönemiyordum ki ben. Burada ilerlemeye mecburdum, ama gittikçe kötü bir hal alıyordum, suyumun rengi gittikçe koyulaştı, nefes alamadıkları için balıklar ve kurbağalar sularımda yaşamak istemiyorlardı artık. İnsanların sadece bana değil, toprağa ve havaya da kötü davranıyorlardı burada, hep beraber mutsuzduk.
Bir süre sonra hızlı gidebilmeyi düşündüm. Çabucak geçseydim bu yerden kurtulurdum, belki daha güzel eskisi gibi tertemiz gökyüzüne bakabilir, ağaçların gölgesinde sularımı serinletir, hayvan dostlarım ve iyi insanlarla arkadaşlık edebilirdim. Ama hızlanamıyordum ki, dümdüzdü burası, azıcık eğim olsa keşke.
     Sonunda geride bırakabildim tüm o kargaşayı. İncecik kumlu yerlere ulaştım, sıcacık olmuştu suyum, bazen ormanlardan geçiyordum, serinliyorduk hep beraber, kavruk tenli insanlar, hayvan dostlar ve ben. Burayı da sevmiştim ama yorgundum artık, hala izleri vardı üzerimde uzun yolcuğun.
     Masmayiydi önüm. Gökyüzü kadar mavi, belki de gökyüzü mavi olduğu için mavi. Mavideydi mutluluk, son bir adım ve kavuşacaktım. Biliyordum, sonrası huzur...

11 Ocak 2011 Salı

Zaman Yolcusunun Karısı


Audrey Niffenegger
            Epsilon Yayınları


Sadece çocukların değil, herkesin rüyasıdır zamanda yolculuk yapmak, geçmişin değişebileceği düşünülür belki, gelecekte merak edilir, belki de yetişemediğimiz hayatta aynı anda başka anılardır yaşanmak istenen. Böyle bir yeteneğe sahip olmak genetik mutasyonla ne derece gerçekleşebilir bilmiyorum ama, romanımızın kahramanı bu mutasyona sahip. Hepimize zamana hükmetmek gibi büyük bir güç gibi gelen zaman yolcuğunun aslında zamanın kölesi olmaktan başka bir şey olmadığını gözler önüne seren roman, oldukça akıcı bir dille yazılmış. Kendisini 6 yaşından beri tanıyan karısıyla 25 yaşında karşılaşan kahramanın yaptığı yolculuklar, hem kendi ağzından, hem de karısının ağzından anlatılmış. Okurken iyi vakit geçireceğinizi ve hayatınıza renk katacağını düşünüyorum.