Bu Blogda Ara

31 Ocak 2011 Pazartesi

Küçük bir insan...

     Küçücük bir dereyim ben. Kaynağımdan çıktığımda önce bir çağıldayıp, gökyüzüne fırlattım ilk sularımı. İşte o zaman gördüm yemyeşil ormanlarla kaplı bir dağdan yeryüzüne ulaştığımı. İki sarp kayanın arasındaydı kaynağım. Kayaların hemen altında aşağıya doğru geniş bir çam ormanı uzanıyordu. Aşağıya doğru ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla indim. Kolay bir yoldu, küçük engellerin üzerinden eğim sayesinde kolayca geçebiliyor, büyük engellerin etrafından dolaşıyordum. Yol boyunca orman belirledi yolumu, ağaçların gölgeleri sayesinde dağın eteklerine ulaştığımda bile buz gibiydi suyum. Tertemiz ve serin.
     Alt kısımlarda gölgeleri büyük olan dev ağaçlar yerlerini daha kısa olanlara bırakıyorlardı. Dağın eğimi de azalmıştı, bu geniş bir ovaya vardığımın ilk belirtileriydi. Daha düz olan bu arazide yol olmak oldukça eğlenceliydi. Yüzlerce hektarlık bir sahada uçurtma uçuran çocuklar gibi, istediğim yere kıvrılıp, istediğim yöne gidebiliyordum. Çok sevmiştim burayı.
     Sonra daha az kuşun uğradığı, gökyüzünün daha gri olduğu bir yere vardım. Burası geçtiğim diğer yerlerden farklıydı, oralarda sularımın sesi tavşanlar, tilkiler, kurtlar, ayılar, sincaplar tarafından duyulurdu. Bana eşlik ederdi tüm bu hayvanlar, yanıma gelirler, serinlerler benimle sohbet ederlerdi. Ama burada, sesimi duymuyorlardı. Bir gürültüdür gidiyordu ortalıkta, insanlar ve çok hızlı hareket eden irili ufaklı, dört tane siyah ayağı olan garip yaratıklar vardı. Onlar hiç konuşmayıp, garip sesler ve arkalarından duman çıkarıyorlardı. Anladım, burada her şey çok karışıktı. Geri dönmek ne de güzel olurdu şimdi. Ama ne mümkün, geri dönemiyordum ki ben. Burada ilerlemeye mecburdum, ama gittikçe kötü bir hal alıyordum, suyumun rengi gittikçe koyulaştı, nefes alamadıkları için balıklar ve kurbağalar sularımda yaşamak istemiyorlardı artık. İnsanların sadece bana değil, toprağa ve havaya da kötü davranıyorlardı burada, hep beraber mutsuzduk.
Bir süre sonra hızlı gidebilmeyi düşündüm. Çabucak geçseydim bu yerden kurtulurdum, belki daha güzel eskisi gibi tertemiz gökyüzüne bakabilir, ağaçların gölgesinde sularımı serinletir, hayvan dostlarım ve iyi insanlarla arkadaşlık edebilirdim. Ama hızlanamıyordum ki, dümdüzdü burası, azıcık eğim olsa keşke.
     Sonunda geride bırakabildim tüm o kargaşayı. İncecik kumlu yerlere ulaştım, sıcacık olmuştu suyum, bazen ormanlardan geçiyordum, serinliyorduk hep beraber, kavruk tenli insanlar, hayvan dostlar ve ben. Burayı da sevmiştim ama yorgundum artık, hala izleri vardı üzerimde uzun yolcuğun.
     Masmayiydi önüm. Gökyüzü kadar mavi, belki de gökyüzü mavi olduğu için mavi. Mavideydi mutluluk, son bir adım ve kavuşacaktım. Biliyordum, sonrası huzur...

11 Ocak 2011 Salı

Zaman Yolcusunun Karısı


Audrey Niffenegger
            Epsilon Yayınları


Sadece çocukların değil, herkesin rüyasıdır zamanda yolculuk yapmak, geçmişin değişebileceği düşünülür belki, gelecekte merak edilir, belki de yetişemediğimiz hayatta aynı anda başka anılardır yaşanmak istenen. Böyle bir yeteneğe sahip olmak genetik mutasyonla ne derece gerçekleşebilir bilmiyorum ama, romanımızın kahramanı bu mutasyona sahip. Hepimize zamana hükmetmek gibi büyük bir güç gibi gelen zaman yolcuğunun aslında zamanın kölesi olmaktan başka bir şey olmadığını gözler önüne seren roman, oldukça akıcı bir dille yazılmış. Kendisini 6 yaşından beri tanıyan karısıyla 25 yaşında karşılaşan kahramanın yaptığı yolculuklar, hem kendi ağzından, hem de karısının ağzından anlatılmış. Okurken iyi vakit geçireceğinizi ve hayatınıza renk katacağını düşünüyorum.