Amerika’da gittigim ilk buyuk sehir. Insanlar genelde buyuk
sehre gidince gerilirler, her an her yerde birsey oluverecekmis gibi gelir
insana, tedirgin dolasirlar ortalikta, hele ki bu ilk defa gittiginiz bir
sehirse bu tedirginlik artar. Chicago’ya gittigimde nedense ben rahatladim.
Soyle bir “ohh bee, dunya varmis” diyesim geldi. Istanbul’un karmasasina
alismis bir insan olarak, Notre Dame’da bir ay boyunca sakin yasamak beni
yormus anlasilan. Bunu Chicago’ya gidince farkettim ancak.
Guzel sehir Chicago, kocaman gokdelenlerinin hemen yani
basinda yemyesil parklari, sehrin icinden gecen nehirleri, ucu gozukmeyen
Michigan golu, herbirini bir gunde gezemeyeceginiz muzeleri, cingirakli
yelkenlileri, tepenizden demiryollari gecen sokaklari ve her sokak basinda
starbucks’i… Tabiki heykeller… Amerikalilar seviyorlar,
gozlerinin onune guzel seyler koymayi, Chicago’da sanatla butunlesik bir sehir. Vee heryerde Jazz… Amerika’da yasanicaksa, boyle bir sehir uygun olur ancak bana, herseyin yaninda en azindan sehirici ulasimi kolay.
Notre Dame’dan Chicago’ya gitmek oldukca kolay, once
taksiyla Southbend Havaalanina gidiyorsunuz (15$) ve sonra Chicago’ya giden
trene biniyorsunuz (11.75$). Trenler oyle luks falan degil tabiki, ama gayet
hizli gidiyorlar ve direk Millennium Park’in orda iniyorsunuz. Tren biletinizi
giseden alabileceginiz gibi, trenin icerisinden de alabilirsiniz. Chicago’da
zaman merkezi saat dilimine gore isliyor, ben Southbend’ten geldigimde 1 saat
kazanmis oldum ama donuste tabiki bunu geri odedim.
Onur’la Chicago’ya varis zamanlarimizi oldukca iyi
ayarlayabilmisiz ki, ben Millennium Park’a vardiktan 2-3 dakika sonra da Onur
geldi. Bloomington’dan Chicago’ya gelebilmesi icin sabahin erken saatlerinde
yola cikmasi ve 3 aktarma yapmasi gerekti. Ama bu sehri (ve beni J) gormek icin buna
degmis oldugunu dusunuyorum.
Kisa suren gezimize sadece Field Museum, Millennium Park, Grant Park, Navy Pier, BP Bridge, Picasso, biraz sehir sokaklarinda dolasmak ve gol manzarasinda oturmayi sigdirabildik. Bircok guzel fotografta cektik. Bulut kapi (Cloud Gate)’da kendi goruntumuzle eglenirken, Crown Fountain’da ayakkabilarimiz cikarip kucuk cocuklarin arasina karistik ve serin sularin keyfini cikardik. Hepbirlikte sabah sporu yapan sehir halkini izledik. Sanat Muzesinin kapisindaki kuyrugu gorunce oraya girmekten vaz gectik. Jaz sehrinde Jaz festivaline denk geldik, Grant Park'tan gecerken azicik Jaz dinleyip dinlendik. Field Museum’da butun memelileri gorucez diye inanilmaz yorulduk. Bir de “Abi gordun mu? Kizin ITU thsirtu vardi” diyen ITU’lu genclerle karsilastik. Her yerde okulumun reklamini yaparim bundan da gocunmam, gise gorevlisi de cok begendi zaten ITU thsirtumu J.
Muze cikisinda agriyan ayaklarimiz birazcik daha agrisin
diye Navy Pier’e kadar yuruduk. Navy Pier Chicago’nun eglence merkezi, insanlar
geziyorlar, alisveris yapiyorlar, golde vapur turuna cikiyorlar ve Luna Park’ta
egleniyorlar. Burada once Onur’un yorgunlukla birlikte gelen acligindan
kaynakli sinirini yemek yiyerek yatistirdik. Sonra da koleksiyonlarimiz icin
magnetler almaya gittik. Buradan herkese duyuruyorum sehir magnetleri
koleksiyonu yapiyorum ve hediye olanlar benim icin cok daha degerli. Kocaman
bir donme dolaba bindik ve sehir manzarasinin keyfini cikardik.
Ee, birazcik eksik kaldi tabiki gezimiz. Bilim ve endustri
muzesini, sanat muzesini, akvaryumu, vapur turunu, gokdelenden sehir
manzarasini sonrakini ziyaretlerimize birakarak, Chicago’yu sevmis bir sekilde
ayrildik.
O’da bizi sevdi heralde, baksaniza daha gostericek cok seyi var…